Şimdi ise bloğunu severek takip ettiğim Türk bir arkadaşımın sitesinen alıntı yapmak istiyorum.Sizinde takip etmenizi öneririm.
Viyana Müzeleri – Sanat Tarihi Müzesi ve Museumsquartier
Viyana’nın sokaklarını arşınlarken yürümenin en keyifli olduğu yer Ringstraße‘ydi. Bu büyük daireyi tamamlarken 1883 yılında yapılan gotik tarzdaki Rathaus (belediye binası), Almanca dilinin konuşulduğu ülkelerdeki en eski üniversite olan Viyana Üniversitesi, Otto Wagner’in ünlü posta binası Postsparkasse, konukları arasında Queen Elisabeth II, Charlie Chaplin gibi ünlü isimlerin yer aldığı, inşaatında genç Hitler’in çalıştığı Hotel Imperial, ve Avusturya Parlamento binası gibi şehrin çoğu tarihi ve önemli binasını görebiliyorsunuz.
Bu ringde en çok sevdiğim noktalardan biri Maria-Theresien meydanı oldu. Küçük bir park olan bu meydanın iki tarafında karşılıklı, bir birinin aynısı olan iki bina bulunuyor; biri Kunsthistorisches Museum (Sanat Tarihi Müzesi), diğeri Naturhistorisches Museum (Doğa Tarihi Müzesi). Maria-Theresien Meydanı’ndan panoramik bir görüntü için buraya bakabilirsiniz.
Sanat Tarihi Müzesi 1.Franz Joseph’in Habsburg Hanedanlığı’nın sahip olduğu değerli eserlerin korunup halka sunulmasını istemesiyle 1891 yılında açılmış.
(Antonio Canova (1757-1822)’nin Napoleon’un ısmarlaması üzerine yaptığı, Theseus’un Centaur’u savunmasını simgeleyen heykel. Imparator 1.Franz Milano’daki Corso’dan satın aldıktan sonra heykel 1891’den beri bu müzede sergileniyor.)
Müzenin resim kolleksiyonunu çok beğendim. 15. yüzyıl İtalya’sından, o yüzyıllardaki Hollanda, Almanya, Fransa ve İngiltere’den pek çok eser vardı. Dikkatimi çeken önemli eserlerden bazıları; Madonna of the Rosary-Caravaggio, Adoration of the Trinity-Albrecht Dürer, Self Portrait-Rembrandt, Madonna del Prato-Raphael.
(Bir ressam tuvalinde ince ince Belvedere Sarayı tablosunun aynısını yapıyor)
Bu kolleksiyonları gezerken hakkında çok şey bilmediğim Pieter Bruegel‘in tablolarıyla tanıştım. 1525 – 1569 yılları arasında bu günkü Belçika’da yaşayan sanatçı, Flaman Rönesansı’nın önemli isimlerinden biri. Genellikle manzara ve köy resimleri yaptığı için ‘Köylü Pieter’ olarak da tanınıyormuş. En dikkat çekici eserleri; The Tower of Babel, The Hunters in the Snow, The Fight Between Carnival and Lent, Landscape with the Fall of Icarus, The Dutch Proverbs.
Müzenin iç dizaynını, planını ve genişliğini çok sevdik. Ziyaretçi sayısının da fazla olmaması nedeniyle, örneğin Paris’teki Louvre müzesine, Floransa’daki Uffizi galerisine göre daha rahat ve ferah gezilebiliyordu. Yine Viyana’nın genelinde olduğu gibi burada da en sevdiğim yerlerden biri müzeni
Maria-Theresien meydanını sevmemin bir nedeni de tamamen tarihi yapılarla dolu olan Ringstraße’yi, aksine modern sanat müzelerini barındıran Museumsquartier’e bağlıyor oluşuydu.
Ben Museumsquartier’deki Mumok ve Leopold müzelerini ziyaret etmek isterken, Barış modern sanata pek sıcak bakmadığı için, Doğa Tarihi Müzesini ve o müzedeki -benim daha önce İstanbul Modern‘de görme fırsatı bulduğum- Body Worlds sergisini gezmeyi tercih etti, o yüzden de bu noktada ayrıldık ve ben Museumsquartier‘e doğru devam ettim
Museumsquartier 60.000 m2’lik alana yayılmış, avlusunda bir kaç değişik müzenin yer aldığı geniş bir kültür alanı. Dışarıdan perde gibi görünen duvarın kapılarından birinden girince geniş avluya varıyorsunuz. Bu avluda ilk dikkatimi çeken şey etrafa serpiştirilmiş gibi duran renkli banklardı. Yazın bu avlu etrafta oturan, birşeyler içen insanlarla, konserlerle ve kültürel aktivitelerle dolu oluyormuş. Bizim gittiğimiz günler hava henüz ısınmamış olduğu için bu havayı yaşayamadık ama bilenlerin anlattıkları kadarıyla yazın görülmeye değer.
Görmeyi istediğim müzelerden biri MUMOK (MUseum MOderner Kunst; Modern Sanat Müzesi), 1962 yılında kurulmuş, tablo ve sanat eserleri meraklısı Peter Ludwig ve eşinin müzeye bağışladığı 230’dan fazla eserle 1981 yılında pek çok esere ev sahipliği yapmaya başlamış. Müzenin en beğendiğim ilk katında Piet Mondrian, Andy Warhol, Gerhard Richter, Pablo Picasso, Roy Lichtenstein, Marcel Duchamp, Jackson Pollock gibi modern sanat tarihi dersinde öğrenip, tablolarını görünce beni heyecanlandıran isimler oldu. Diğer bir kaç kat da geçici sergisi olan Franz West‘e ayrılmıştı.
Mumok’tan sonra gittiğim Leopold Müzesi‘ni daha çok sevdim. Bu müze kurucusu Rudolf Leopold ve eşinin 50 yılı aşkın çabalarıyla topladıkları sanat eserlerini bağışlamalarıyla, devletin ve Avusturya merkez bankasının desteğiyle 2001 yılında açılmış.
Bu müzeyi çok sevdim, çünkü beni eserlerine hayran kaldığım Egon Schiele ile tanıştırdı. 1890 yılında doğan bu dahi adamın eserlerinin dünyadaki en büyük kolleksiyonu Leopold Müzesi‘nde sergileniyor (Önceki yazımda Belvedere’deki Facade of a House tablosunu paylaşmıştım). Eserlerini tek tek inceleyip, ne kadar çok ve güzel tabloları olduğunu düşünürken okuduğum şu satırlarla sarsıldım: ‘Egon Schiele 1.Dünya Savaşı’ndan sonraki zor koşullarda 6 aylık hamile eşi Edith’i, Avrupa’da 20 milyon insanı vuran İspanyol virüsüyle kaybediyor. Eşinin ardından, üç gün sonra kendisi de 1918 yılında, 28 yaşında hayata veda ediyor.’ Yalnızca 28 yıl yaşayan Egon Schiele’nin, o öldükten neredeyse 100 sene sonra, dünyanın başka bir yerinde, başka bir kültürden bir insana; bana, bu satırları yazdırıyor olması bence inanılmaz.
Egon Schiele’nin geniş kolleksiyonunun yanında, çoğu önemli eserini Belvedere’de gördüğüm Gustav Klimt’in de bir kaç önemli tablosu bu müzedeydi. Bunlardan en sevdiklerimden biri Death and Life oldu.
Leopold Müzesi’nin en üst katında ‘Bulutlar’ temalı geçici bir sergi vardı. 1800’lü yıllardan beri biriktirilen bir sürü değişik bulut fotoğrafı, tablolar ve heykeller bu bölümde sergileniyordu.
Gezdiğim, gördüğüm her yer bana bir şeyler ögretiyor. Bu müzeler sayesinde daha önce hiç tanımadığım sanatçılarla tanıştım, hiç bilmediğim hayatları tanıdım. Viyana’da yaşıyor olsaydım Maria-Theresien maydanından hiç ayrılmazdım gibi hissediyorum.
Referans: Sanatçıların resimleri Wikipedia‘dan alınmıştır.